Zamanın birinde bir bülbül, güle meftun olmuş. Ama ne meftun. Bülbül gülü, bağrından akan kanıyla, canıyla beslemeye başlamış. Gözyaşlarıyla sulamış. Gülse kırmızı gonca gonca açmaya başlamış…
Bir gün göklerde uçan kartal gülü görmüş, güzelliğine vurulmuş. Gelmiş gülün yanına açmış derdini, gül de kartalı sevmiş…
Eee, kartal bu göklerin efendisi, güçlü kuvvetli. Yanı başında aşkından biçare öten bülbülcüğü unutmuş. “Gitme, kal!” diyen bülbülcüğü duymadan dağların tepesine doğru kartalın ağzında yükselmiş. Gül gidince bülbül harap, bitap düşmüş. Yemez, içmez, ötmez olmuş…
Kartal gülü dalından koparınca, güzelliği günden güne solmaya başlamış. Kartal da zamanla bakmaz olmuş gülün solgun yüzüne, kartalın sevgisi sadece gülün güzelliğineymiş çünkü. Gül anlamış ki onu bu kadar güzel yapan, bülbülün fedakarlığı, aşkıymış…
Bin pişman olmuş bırakıp gittiğine. Dönmek istemiş bahçesine. Kartal da bırakmış bahçesine. Gülü gören bülbül solan rengin, güzelliğin gitmesine aldırmamış. Gül tutunmuş toprağına, garip bülbül konmuş yanı başına…
Eskisi gibi bağrına dikeni saplaya saplaya canıyla kanıyla beslemiş gülü. Gül güzelleştikçe, bülbül zayıflamaya başlamış, bitap düşmüş. Çünkü gülü yaşatmak için her zamankinden daha çok vermiş kendi kanından canından…
Bir sabah gül alev gibi kıpkızıl bir gonca olarak açmış, bir de bakmış ki yanı başındaki küçük bülbül can vermiş. Bülbül sevdiği yaşasın diye kendi canından geçmiş meğer. Gül o gün anlamış ki aşk, bülbül gönüllülerin işi. “Bülbül gibi yanmayacaksan, canından geçmeyeceksen aşk meydanına çıkmayacaksın,” deyip öyle bir ah etmiş ki, kırılmış dalı bülbülün yanına düşüvermiş gül goncası…